Saint Petersburg’un Doğuşu
Rusya, İsveç ile savaş halindeyken bir grup Rus atlısı Neva Nehri’nin Baltık Denizi’ne döküldüğü bataklık araziye doğru ilerlemekteydi. Atlıların başındaki çar denize akan bu geniş nehrin görüntüsüne hayran kaldı ve turbayı haç şeklinde bataklığa saplayarak: “ Şehir burada olacak!” dedi.
Bölge Petro hariç herkes için oldukça uygunsuzdu. Bu karamsar, çamur arazi ilkbaharda eriyen karları da içine alarak bir çamur yığını haline dönüşüyordu ve bu durum insan yaşamı için uygun değildi. Burada yaşayanlar ayılar ve kurtlardı.
1709-1710 İsveç zaferinin ardından bölgenin kontrolü garantilenmiş ve Petro’nun sıkı emirleri ve sıkı çalışan işçileriyle şehir yeni bir şekil almaya başlamıştı. Kafkasya ve Sibirya’dan gelen yaklaşık çeyrek milyon serf ve askere iş dağılımı verilmişti: Ormanı temizlemek, kanal kazmak, yolları döşemek ve sarayları yükseltmek bunlardan bazılarıydı. İlk zamanlarda işler ilkel aletlerle yapılmaktaydı. Kısa bir zaman sonra ise taşa olan ihtiyaçtan hızlı bir şekilde tuğla, cam, mika ve katran üreten tersaneler kuruldu.
İthal taşlarla deniz üzerine inşa edilen Petersburg, imkânsızı ve azmi simgeliyordu. Olmazlara meydan okuyan şehirdi. Finlandiya ve Karelya’dan granit, saray mermerleri İtalya Urallar ve Ortadoğu’dan, gabro İsveç’ten, kumtaşı Almanya ve Polonya’dan, döşemeler Belçika’dan, Hollanda ve Lüksemburg’dan, arduvat Onega Gölü’nden getirilmişti. Adeta bir mozaikti. Şehir deniz seviyesinden yukarıda inşa edilmişti. Ancak şehrin ilk yıllarında meydana gelen seller zeminin daha da yükseltilmesine neden oldu. 1754 yılında, günümüzde Kışlık Saray olarak bilinen sarayın temellerinin atıldığı zemin, elli yıl önceki zeminden üç metre daha yüksekteydi.
Petersburg’un doğuşu diğer şehirler gibi değildi. Onu büyüten jeopolitik konumu ya da ticareti değildi. O bir sanat eseriydi. Petro’nun en büyük eseriydi. Ruslar Petro’nun şehrini göklerde yaptığını sonra da yere indirdiğini söylüyorlardı. Temelleri toprakta olmayan bir şehir düşüncesi Rus edebiyatı ve sanatında Petersburg mitini ortaya çıkarmıştı. Bu mit, Petersburg’u gerçekdışı bir şehir, fantezi ve hayaletler diyarı şehri yapmıştı. Ünlü Rus yazarlar bu şehir hakkında eserlerinde pek çok şey kaleme almışlardı. Puşkin’in Bakır Atlı’sında Petersburg’un Tanrı’nın lütfuyla gelen adam tarafından yaratılışı miti, Gogol’un Petersburg Hikâyeleri’ndeki kişilerin mutsuz ve karamsar olmaları, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ında Petersburg için en soyut ve kasıtlı şehir demesi ve bir başka Dostoyevski eseri olan Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u gibi hayalperest katillerin yuvası olması şehre her ne kadar olumsuz anlamlar yüklemişse de diğer yandan da onu gizemli ve mistik hale getirmişti.
Saint Petersburg Rusya’nın ve Rus insanının Batı’ya açıldığı kültürel anlamdaki ilk kapısıydı. Rus gelenek ve göreneklerini, Rus dilini geri plana atacaktı ve şehir bunun göstergesi ve temeliydi. Petersburg vatandaşı olmak Avrupalı bir Rus olarak ilerleme ve Batı dünyasına girmekti. Burada her şey Ruslara Avrupalı bir yaşam tarzını benimsetmek için özenle planlanmıştı. Evlerin inşasından evin içindeki hizmetçi sayısına, saç ve sakalın uzunluğundan muhabbet konularına kadar her şey belirlenmişti. Hiçbir şey şansa bırakılmamıştı. Doğal, kendi başlarına buyruk yaşayan Ruslar için bu şaşalı hayat başta güzel ve soylu hissettirse de zamanla St. Petersburg’a sıkıcı bir şehir imajını vermişti. Burası bir şehirden ziyade askeriyeyi anımsatıyordu. Her şeyin bu kadar planlı ve özenli olduğu bu şehirde Avrupalı görünüşün altındaki asıl Rus görüntüsü hala duruyordu ve bu görüntü hiçbir zaman kaybolmayacağı gibi bir zaman sonra da Rus Ruhu’nu doğuracaktı.